Ruh Poşeti

Genelde komşularımız  aile büyüklerinin cenazeleri için toplandığımız cami avlusunda 16 yaşında bir genç kızın cenazesi için toplanmıştık. Uzun zamandır birbirlerini görmeyenlerin küçük sohbetlerini yaptığı cenazelerde bu sefer kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.
Namaz için avluya geçmeden önce düşündüm nedir 16 yaşında bir kızı intihara hem de silahla bir intihara götüren. Babasının dolapta duran silahını alıp adeta bir filmdeymiş gibi kurup, başına dayayıp tetiği tereddüt etmeden çekmek için ne gerekirdi. Kısa yaşadığı hayatı adeta başa saracakmış gibi bir öfkemi, ya da 1 günlük bir mutsuzluğu tüm gelecek içinmiş gibi gören bir umutsuzluk mu? “Belki kazadır, internetde bir arkadaşına falan gösterirken kazara çekmiştir tetiği” dedim. Kimseden pek bir ses çıkmadı. Sanki herkesin bildiği ama söylenmeyen bir gerçeğe deymişim.
Avlunun bir köşesinde toplanmış kadınların birbirinin ucuna düğümlerle eklenmiş bir ip gibi kesintisiz ama farklı tonlardaki hıçkırıkları duyuluyordu. Ne kadar büyükte olsa güneş gözlüklerinin altından sızıyordu gözyaşları. Normalde başörtüsü kullanmayan kadınların saçları gevşekçe bağlanmış başörtülerinden gözyaşlarına eşlik edercesine taşmış, kızıl-sarı-siyah bir çelenk olmuştu.Biz erkeler sert ve uzun bir kucaklaşmadan dışında bir şekilde duygularımızı gösteremezken kadınlar hıçkırıklarını ve göz yaşlarını birbirlerinin omzunda paylaşıyorlardı.
Vakit namazının bitince avlu iyice kalabalıklaştı. Biraz önceye kadar avlunun esas sahibi olan kadınlar, erkeklerin dalga dalga gelişi ile arka ve yan saflara doğru dalganın taşıdığı köpükler gbi sıkıştılar.
Musalla taşındaki kadında da olsa erkek de olsa ön saflar hep erkeklerindi.Sanki melekler gelince ön saflarda kadınları görününce dikkatleri dağılacakmış gibi erkekler aşılmaz bir insan zinciri oluşturuyordu cenazelerde.  Cenazenin esas sahibi olan kadınlar bu erkek zincirinin arkasına yanlarına savrulurdu hep. Nadiren de olsa  o zincir acıya dayanamayan bir kadının veya kız çocuğun kılıç gibi keskin ve bir sis gibi yoğun acılı haykırışı ile zayıf  halkasından koptuğu olur, akın sevdiğini kaybedenin tabuta yaptığı sarılış ile son bulurdu.
Bu seferde zinciri tabuttaki kızın yaşıtı bir kız kopardı. Tabuta sarıldıktan sonra ailesi gelip almak istese de razı gelmedi arkalara gitmeye. Annesi “kızım olmaz” dese de “ en önde ben uğurlayacağım” diye ağlıyordu. Annesinin “ Olmaz kızımlar” söylenmelerinin  arasında  gençliğine verilip ön saflarda bir yer açıldı kıza.
İmam vakit namazındaki görevini bitirip, her zaman olmasa da sıklıkla yaptığı bir başka görev için geldi musalla taşının başına geldi. Namaza başlamadan önce kısaca cemaate cenaze namazının nasıl kılınacağını ve hangi surelerin okunacağını derin ezberinden çıkan duygu taşımayan düz bir tonlama ile anlattı.
Eskiden bir kaza veya ani hastalık ile kaybettiğim arkadaşlarımın cenazeleri için 3-4 yılda bir büyük bir üzüntü ile katılırdım cenazelere. Ama son yıllarda arkadaşlarımın vefat eden amcaları, dayıları ve hatta anne-babaları için sık sık katılır olmuştum cenazelere. Bu durum  artık genç olmadığını orta yaşların kapısının açılmakta olduğunu sinsice hatırlatıyordu bana. Bu bir ilkti; ilk kez bir arkadaşımızın çocuğu için son görevimizi yapıyorduk.
Düşmanımın bile başına gelmesin denilen “evlat acısı” adeta o avluda vücut bulmuş, hepimizin boğazını sıkarak kelimelerimizi geri yutturuyordu. 3 yıl önce tamamlanan, toplu konutlar arasındaki bu küçük, sade ama şık caminin musalla taşının taşıdığı en geç beden acaba bu arkadaşımızın kızımı idi diye düşündüm. Sonra aynı apartmanda bile birbirlerimize yabancılaşmışken, binlerce insanın yaşadığı sitelerde haberimiz bile olmayan ne “evlat acıların” yaşanmış olabileceği, aklıma geldi. Hava kirliyse sisi-pusu görüyor,  çevre kirli ise kötü kokuları duyuyor, kışın  soğuğu hissediyorduk ama  başkalarının yaşadığı acılar arkasından bir iz, bir koku bırakmadan geçip gidiyordu. Kim bilir böyle acı yüklü kaç cenazenin 5-10 dakika ardından kaç defa bir şey hissetmeden geçip gitmiştim öylesine. Bize bu acıları anlatacak değişmez şahit musalla taşın dilinin veya kayıt defterinin  olmadığına içten içe sevindim.
Avludaki acıya tezat bir neşeli ve parlak bir güneş vardı gökyüzünde ve ona eşlik eden hafif sıcak bir esinti. Güneş gözlükleri hem göz yaşlarını kapatıyor hem de güneşten gözleri koruyordu gerçekten. Güneş gözlüğümün arkasına saklanmış gözlerim rahatça çevreyi tararken tam tabutun  hizasında ve 7-8 metre yükseklikte uçan bir poşete takıldı. O neredeyse rüzgarsız havada nasıl o kadar yükseldiği bir muamma iken yetmezmiş gibi adeta bir uçurtmaymışta ipinden çekiliyormuş gibi  bir sağa, bir sola keskin hareketler yapıyordu.
Namazı, duayı unutup poşeti bir kukla gösterisi seyir ediyormuşcasına izlemeye koyuldum. Poşet marketlerin verdiği, artık sözde doğada daha kolay çözülebilsin diye incelmiş ve keskin köşeli yoğurt kabının kolayca delebildiği türdendi. Ama beyaz poşetin üzerindeki amblem yerel bir markete değil Almanya’dan tanıdığım bir markete aitti.
Yerden yükselen sıcak hava ile balon gibi yükselen veya oluşan ani küçük bir hortum ile döne döne uçan poşetler, ambalajlar görmüştüm ama adete bir uçurtma gibi havada kalıp, sahibinin çektiği iple sağa bir poşeti daha önce görmemiştim. Havadaki poşet adeta insanları selamlıyor ve kendini göstermek istiyormuş gibi hareketler yapıyordu. Sanırım onu tek fark eden bendim yada diğer insanlar fark etse de böyle anormal ama basit bir konu ile meşgul olmayı cenazenin ağırlığına uygun görmüyordu.
Selam kısmına geçtiğimizde poşet hala havada asılıymış gibi duruyor, cenazeyi bitiren sağa sola baş selamı hareketlerine kendince eşik ediyor. Cenaze namazlarının en yapay görünün nasıl bilirdiniz ve helallik isteme kısmına gelmişti sıra. Çevresine zarar vermiş, hakkınızı yemiş veya borç takmış birinin ardından “Nasıl bilirdiniz” diye sorunca mahalle baskısı veya adetten “iyi” demek, “Haklarınızı helal ediyor musunuz?” sorusuna “Ettik” demek  kadar yapmacık bir şey yoktu benim için. Ya da hayatta iken bağışlayıp, barışamadığın birinin ardından ölümün ara buluculuğu ile anlaşmak da pek doğru gelmiyordu.  Tabii bir de pek az tanıdığı birinin cenazesine bir başka tanıdık nedeniyle gelip, görevi ciddiye alıp ardından kırk yıllık dostuymuş gibi yüksek sesle “İyi bilirdik” ve “Ettik” diye cevap verenler vardı.
Ama söz konusu olan 16 yaşında bir genç kız olunca iyi bilmeyecek veya helal etmeyecek ne olabilirdi ki? En fazla okulda ona gizliden aşık bir oğlanın kalbini kırmış, kız arkadaşları ile bir olup başka kızları çekiştirmiş ve ailesine pembe yalanlar söylemişti. İlk defa pek tanımadığım biri için tüm gönlümle “iyi bilirdik” ve “ helal ettik” dedim.
Poşet adeta helallik kısmının bitmesini bekliyormuş gibi kuvvetli bir rüzgar çıkmışcasına caminin arkasındaki sitelere doğru yükselerek uzaklaşmaya başladı. Göz ucuyla onu takip etmeye çalışırken arkadaşlarımın mezarlığa nasıl gideceğimizi, araba organizasyonu sormaları ile dikkatim dağıldı. Belki de bilinçaltında sadece benim dikkatimi çeken bu konuya daha fazla takılmamak için kaç kişi olduğumuza, kaç arabaya sığıcağımıza ve benimle kimlerin geleceğine dalıp konuyu poşeti  tamamen  unuttum.  
Belki de hayatın akışı ile pek alakalı olmayan ama adet haline gelmiş ufak konularda ki gereksiz analizlerimden  konvoy oluşturmak bana hep düğün vb neşeli olayları çağrıştırır. Bir tek askere uğurlama vardır ortada kalan. Kendi asker uğurlamamda konvoy falan yaptırmamıştım bu yüzden.
Arabamdaki komşu kadrosu tamamlanınca konvoya katılmamak ve takılmamak için arka yoldan gitmeye karar verdim. Arabada konuşula bilinen tek konu evde bir silahın yarattığı risklerdi. Lise çağındayken  avukat olan babama silah alması için baya bir gaza getirmeye çalışmıştım. O zaman pek anlamasam da babam tecrübelerin verdiği deneyimle “ –Evdeki silahlar düşmanlardan çok sevdiklerini vurur” diye kesip atmıştı. Nitekim kalabalık okulumda az tanıdığım bir arkadaşım, kardeşi tarafından tabanca ile oynarken veya şaka yaparken vurulup ölmüş, vuran kardeşi günlerce konuşup olayın nasıl olduğunu anlatamamıştı. Gençliğin verdiği gurur ile babama “haklı çıktın” dememek için olayı evde hiç anlatmamıştım. Her zaman kullanmadığım bir yol olunca bir sapağı kaçırıp vakit kayıp etsem de planlamış gibi konvoy ile aynı anda mezarlığa girdik.
İçgüdüsel olarak konvoydan inenleri takip etmeye başladık. Yeni kazılmış mezar çukurlarının ürkütücülüğüne inat, betonlaşmış şehrimizde duymayı unuttuğumuz güzel  bir yağmur sonrası toprak kokusu  geliyordu. Yakınlarda yağmur yağmamıştı demek ki toprak suyunu ve kokusunu böyle acı bir anda bile bir teselli vermek, hayatın özünü hatırlatmak için saklıyordu. Ya da toprak yumuşasın, kazmak kolay olsun diye ıslatıyorlardı gerçekçi bakarsak.
Mezar başına çok fazla yaklaşmadan uzakta bir yer aldım. Mezar başına gelen imam yakasındaki küçük mikrofona konuşuyor, biraz arkasındaki talebesinin taşıdığı hoparlörden sesi yayılıyordu, teknoloji artık cenaze merasimlerine de gelmişti. Dualara kadınların hıçkırıklar eşlik ediyor, vakur durmaya  çalışan biz de dahil pek çok  erkeğin gözlerinden yaşlar sızıyordu.
Tabutu açıp mezara inen arkadaşımın kucağına yukarıdakiler kızını kefene sarılı bedenini verince göz yaşlarını tutabilen kimse kalmadı. 16 yaşında gencecik bir kızın belki de kendince diyetlerle zayıf tutmaya çalıştığı bedeni babasının ve oradakilerin en ağır yükü olmuş, göz yaşlarından ve dualardan oluşan bir yastıkla beraber yavaşça toprağa kavuşmuştu.
Daha fazla dayanamadım mezara toprak atan kürek seslerini, hıçkırıkları, ağıtları ve arkadaşlarımı geride bırakarak girişte gördüğüm çiçek ve fide satan seyyar ama sürekli orada olduğu belli satıcılara doğru seğirttim. Seğirtmek tabiri tam da böyle düşünmeden, beyninin devrede olmayıp ayaklarının içindeki bir yerlerden aldığı komuta uygun hızla hareket ettiği bu anlar için bulunmuş olmalıydı.
Ne zamandır balkonumda boş duran, mevsimlik lalenin kuruması ile minik bir bozkıra dönüşen saksı için aradığım bakımı kolay kırmızı çiçekler satılan rengarenk çiçeklerin arasında beni  selamlıyordu. Böyle bir anda çiçek almanın uygunsuzluğu ile kıvranırken beraber geldiğim arkadaşlarım beni aradı.
Arkadaşlarıma olduğum yeri tarif edip, hızlıca satıcıya o çiçeği ayırmasını, yarın gelip alacağımı söyledim.  Adam belli ki ilk defa böyle bir istekle karşılaşmıştı. Oradan alışveriş yapanlar, ziyarete gelip çiçek veya fide alıyor ve ziyaretle beraber toprakla buluşturuyordu.
Arkadaşlarımı beklerken gökyüzünde uçuşan poşetler dikkatimi çekti. Bir kuş sürüsüymüş gibi farklı noktlarda bazen süzülüyor bazen hızla dönüyor, birbirlerine yaklaşıp uzaklaşıyorlardı belli bir süre sonra gözden kayboluyorlardı. Belli bir süre dikkatimi poşetlerden alamadım. Arkadaşlarımın gelmesi ile yola koyulup ” Bugün uçuşan tek poşet camideki değilmiş sanırım meteorolojik bir açıklaması” vardır dedim kendi kendime.
Yol boyu cenazenin etkisi ile pek kimsenin ağzını bıçak açmadı. Sessizlikten rahatsız olduğum için radyodan slow muzik çalan bir kanal açtım. O hüzün ve neşe karışık sesi ile Amy Winehouse doldu arabaya, onu terk eden sevgilisinin ardında karanlığa dönüşünü anlattığı Back to black çalıyordu. Sonra Amy’nin de genç yaşta öldüğü aklıma geldi. Rastlantılar ya bana oyun oynuyor yada  ben bugün her şeyde bir rastlantının el izini arıyordum.
Ertesi gün ayırttığım çiçekleri almaya mezarlığa gittim. Mezarlıktan çiçek almak fikri pek kulağa hoş gelmiyordu ama betonlaşan şehrinde araya sıkışmış da olsa hala yeşil ve huzurlu yerlerdi mezarlıklar. Ayrıca insana günlük koşuşturmanın, ufak dertlerin anlamsızlığını ve geçiciliğini anlatan iyi birer yaşam koçu gibiydiler. Hatta belki yaşam koçları, psikiyatrisiler burada bir seans yapmalıydı hala inat eden danışanları ile.
Çiçekcinin ısrarlarına dayanamayıp saksı ile iki tane çiçek aldım. Birinin balkonda yeri hazır, uzun zamandır onu bekliyordu. Diğer çiçeği arkadaşımın  kızının mezarına dikmeye karar verdim. Hafızamı zorlayıp dünkü kalabalığın içinde  gittiğim yolu bulmaya çalıştım. Bir iki yanılmadan sonra dün kapanmış, hala toprak kokan mezarın başındaydım
Sanki çok derin kazar isem elim ona değecekmiş gibi ürkekçe ufakça bir çukur açıp, geçici siyah plastik saksısından çıkartıp, kalıcı yerine yerleştirdim çiçeği. Hali hazırda üzerinde olan kırmızı –pembe çiçekleri ortama tezat bir neşe taşıyordu ama olsun ama hep o yaşta kalacak bir genç kıza bu yakışırdı.
Toprağı sıkıştırıp, arkamı dönmüştüm ki dün havada uçuşan o beyaz poşetin aynısını mezarın ayak ucunda gördüm. Sıradan bir poşetti ama üstünde yine Alman marketin logosunun olması biraz rastlantıdan öte değil miydi? O poşet içinde bir ruh varmışcasına, adeta cenazeyi takip ediyormuş gibi uçup buraya mı gelmişti yani? Poşetin içinde ne vardı. Bedensel ölümle, toprağa kavuşma arasında vücudundan kurtulup, kendi cenazesini izleyen bir genç kızın ruhu mu?
O poşet genç kızın ruhunun  kendini son kez bürünüp görünür olduğu bir tür ruh poşeti miydi? Ürperdim.
Acaba beynim fazla mesaimi yapıyor, yaratıcılığım yine rastlantı adacıklarını birleştirerek hayalden gerçeğe geçecek bir köprü yapıp bu öyküyü mü yaratıyordu? Bilemiyordum. Gümrük yakın olduğu için  çevrede çok sayıda TIR vardı. Pek olasıydı ki şoförler Almanya’da iken erzak aldıkları poşeti içindekiler bitince özensizce sağa sola bırakıyordu. Uçup konan aynı poşet değil sadece bir benzeriydi.

Gökten bir poşet uçtu ve düştü. Hangisine inanacağına karar vermek bana ve sabırla bunu okuyan sizlere kaldı.  

Yorumlar